Beton Ormanı!
|Ulusal basında Antalya ile ilgili yazılar, haberler genelde üçüncü sayfalarda yayınlanan asayiş-polis-adliye haberleri ya da magazin haberleri oluyor. Hürriyet’in usta kalemi Mehmet Y. Yılmaz bayramın birinci günü köşesinin tamamını Antalya’ya ayırmış.
Biraz nostalji yapmış, çarpıcı tespitleri, gözlemleri var. Uçaktan gördüğü Antalya manzarasını “Beton Ormanı”na benzetiyor. Haksız mı?
Kalemine sağlık Sayın Yılmaz.
“Bir Antalya şiiri için gerekli olan” başlıklı yazı şöyle;
“Uçak, Toroslar’ın üzerinden denize doğru alçalıp körfezin üzerinden geniş bir yay çizerek Antalya’ya doğru inerken gözlerim aşağıdaki beton cangılında çocukluğumun Antalya’sından tanıdık bir şeyler aradı:
Mevsime göre yasemin ya da portakal çiçeği kokan sokaklar, bahçelerde ağaçların arasında kaybolmuş gibi duran evler, Yivli Minare, Kale Kapısı.
Yivli Minare’yi seçer gibi oldum kaybettim, geri kalanından sanki eser bile kalmamış gibiydi.
Benim çocukluğumun Antalya’sı 60 bin nüfuslu, küçücük, şahane bir şehirdi.
Her yer yemyeşildi, toprağa odunu batır, yeşillenirdi, öyle bir kentti.
Akşam saatlerinde arklara verilen suyla tüm bahçeler sulanır, bizler de çam ağaçlarının kabuklarından oyarak yaptığımız kayıkları yüzdürürdük.
İnsan eliyle yeşillenmeyen yerlerde de kargılar boy verir, içlerinden en uzununu seçip olta yapardık.
Kargılar uçurtma yapmaya da yarardı. Keskin bir çakıyla ince ince keser, pamuk ipliklerle çatar, un-su bulamacıyla kâğıdını yapıştırırdın. O uçurtmaya benim çocukluğumda “bayrak” denirdi, kargı kullanmadan, kâğıdı katlayarak yaptığımız ve ancak uzun bir koşuyla havalandırabildiğimize de “şeytanlı”.
Acaba Antalya’da uçurtma yapmayı bilen çocuk var mı şimdi? Uçurtma uçuracak yer de kalmamış gibi, her yer bina, her yer otomobil, her yer elektrik direği.
Kentin caddelerindeki turunç ağaçlarının meyveleri mevsim boyunca dururdu.
Gördüğüm kadarıyla şimdi turunç ağacı bile kalmamış gibi.
O yıllarda mevsimlerin değişmesini nar çiçeklerinin açmasından, muşmulaların sararmasından, portakal çiçeklerinden yapılan kolyelerden takip edebilirdiniz.
Çalı güllerinin ve yaseminlerin iç bayan kokuları meltemle birlikte yüzünüze çarpardı.
Şehrin bir ucundan diğerine yürüyebilirdik.
1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramlarında, iskeledeki törenlerde yağlı direğe tırmanılır, optimistler yarışırdı.
Mermerli, sabah kadınlar ve çocukların, öğleden sonra erkekler ve çocukların denize girdikleri bir plajdı.
Otomobile “makina” dendiği ve bunu kimsenin yadırgamadığı günlerdi.
Kent içi ulaşım iki eski belediye otobüsü ve arkası tente ile örtülmüş, karşılıklı iki sırada oturulan “eğri bacaklı” Skoda pikaplardan dolmuşlarla sağlanırdı.
Uçaktan aşağıya, bitmek bilmeyen çirkin apartmanlar silsilesine bakarken 50 yıl önceki cennetin, nasıl bu hale geldiğini düşündüm.
Evet bu kent elbette büyüyecekti. Elbette muazzam turizm potansiyelini harekete geçirmek için göç alacaktı ve elbette kentin yeni yerleşikleri için evlere, işyerlerine ihtiyaç vardı.
Peki bunların hepsi birbirine benzeyen, çirkin sefertası kılıklı binalarla yapılması şart mıydı?
Antalya’yı bu hale getiren şey, estetik duygusu ve yaşam gustosundan yoksun bir halk oluşumuz mu yoksa bir türlü doymak bilmeyen açgözlülüğümüzden gıdasını alan, günlük çıkarlar uğruna bir toplumun tüm hazinesini tüketmekte beis görmeyen politik hırslar mı?
Muhtemelen her ikisi de.
Şimdi rahmetli oldu, benden oldukça büyüktü ama aynı siyasi görüşte olduğumuz için “arkadaşım” diyebildiğim, “demirci” şair Metin Demirtaş’ın bir şiirini hatırladım:
“Bir Antalya şiiri için / Mavilere bürünmüş / Bahçelerde dolanmış / Portakal çiçeği kokan bir imge gerekli ilkin.
Ne portakal bahçeleri kalmış / Ne bir portakal ağacı / Böyle bir şiir için.
Neyse ki deniz kurtarabilmiş kendini / Işıl ışıl göz kırpıp duruyor / Mavi bürümcüğü içinde / İnsanı baştan çıkarmak için.”
Bu bayramın sürpriz hava durumu, bayram için Antalya’ya gelenlere belki tatili zehir etti ama o deli yağmur sayesinde çocukluğuma dönme olanağı da buldum.
Hiç durmayacakmış gibi yağan yağmur bir anda kesiliyor, arada güneş açıyor, yağmur birikintilerinden buğular yükseliyor ve derken yine yağmur.
Kalkan’da havanın açmasını ve denize kavuşmayı beklerken, yağmurun şiddetine, bulutların durumuna ve güneşin açıp kapatmasına bağlı olarak değişen o güzelim koyun renklerini izlerken Antalya’da değişmeyen bir şey buldum diye mutlu olmadım da değil.
Gece ise ayrı bir cümbüştü!
Uzaklarda çakan şimşekler, yakınlarda patlayan yıldırımlar koyu bir geceye, bir gündüze çevirirken Mustafa Ceceli’nin Limon Çiçekleri’ni dinledim.
“Uzakta çok uzakta güneyde / Yazları sıcacık ve âşık / Kışları soğuk ve sensiz bir şehir / Ve ben üşüyoruz / Bir uğrasan diyoruz / İklimini getirsen, bereketini, bolluğunu / Örtsen üzerimize / Havalansa yine zil çalan eteklerin / Gelip otursa gözlerime gözbebeklerin / Öperken içsem ağzının çiçek balını / Günahını boynuma, seni koynuma alsam / Hem zehrim, hem şehrim, limon çiçeklerim olsan.”
Nakaratını yüksek sesle söyledim, ama yıldırımların gümbürtüsünden benden başka da duyan olmadı:
“Ya Rabbi duy, duyur sesimi /Anlamıyor kimsesizliğimi / Anlamıyor çaresizliğimi.”
Herkese mutlu bir bayram diliyorum.
Barış ve kardeşlik içinde, birbirimizin varlığını kabul edip, buna saygı duyarak hep birlikte yaşayacağımız gelecek güzel bayramların özlemiyle.”
Hürriyet Gazetesi / 24.09.2015 Perşembe
Harika bir yazı ve acı gerçekler…