Hadi bana Antalya’yı sevdir…
|Uzun zamandır aklıma olduk olmadık bir Antalya’yı terk etme fikri yerleşiyor nedense… Bazen farkında olmadan Antalya’dan sıkıldığımı, uzaklaşmak istediğimi ve hatta kaçmam gerektiğini düşünüyorum… Tabi bu sadece Antalya’nın merkezi için geçerli olan bir şey. Yoksa Olympos, Adrasan, Kaş gibi yerlerden sıkılmak ne mümkün. Ancak buralar da yaşadığımız merkeze uzak olunca kolay olmuyor duruma katlanmak.
Bu hafta sonu kendi kendime “Hadi Antalya’yı sevdirmek için dolaş” dedim. Evden çıkıp yürümeye başladım ne sevdirir bana Antalya’yı yeniden diye…
Eskiden olan ‘Mahalleli Kültürü’nün silindiğini fark ettim mesela. Kimseye “Günaydın” ya da “Hayırlı işler” demeden evimden Konyaaltı Caddesi’ne kadar yürüdüm. (Herhalde bu artık sıkılmamın sebeplerinden biri olsa gerek)
Konyaaltı Caddesi’ne geldiğimde caddenin o 1990’lı yıllardaki cazibe merkezi olduğu zamanlar geldi. Ne güzel kafeler, mağazalar ve şık mekânlar vardı… Yol boyunca Güllük Caddesi’ne kadar yürürken şimdiki haline baktım. Pek iç açıcı görünmüyordu cadde. Boş dükkanlarla dolu bir cadde olmuştu zamanının ‘göz alıcı’ caddesi. (Demek bu da beni sıkan başka bir sebepmiş)
Selekler Çarşısı’nın önünden meydana doğru ilerlemeye başladım sonra. Burada da o aradığım mutluluğu bulamadım işin aslını söylemek gerekirse. Eskiden ‘Karikatür Sokağı’na girer biraz güler sonra devam ederdik yolumuza. Ya da ne bileyim Barlar Sokağı’ndan aşağıya doğru uzanır Yat Limanı’nda biraz denizi seyrederdik. Sessizce! Şimdi ne mümkün. Biraz meydana yaklaştığın anda parfüm satan mı istersin yoksa çiçek satan mı… Birinin elinde sigarasıyla yüzüne soluya soluya yürümesine mi sinir olursun yoksa yediği bir şeyin çöpünü yere atana mı… Zira durum Yat Limanı’na inerken de pek farklı değil. Eskiden ‘Barlar Sokağı’nda rahat rahat yürürken şimdi insan oraya girmeye çekiniyor. Hadi diyelim girdiniz. Hadi diyelim Yat Limanı’na indiniz. Sanıyor musunuz eski sessizlik içerisinde izleyebilirsiniz denizi? Tabi ki hayır! Biri gelir “5 dakikaya turumuz başlıyor” diye bağırır, bir diğeri gelir “Buyurun çok güzel menümüz var” diye çekmeye çalışır. Huzur almaya gider huzursuz kalırsınız. (Bu yüzden de Antalya’dan kaçmak istiyorum herhalde)
Neyse satıcıları, yüzüne soluyanları atlatarak ulaşıyorum Cumhuriyet Meydanı’na… Şöyle meydanın uç tarafına geçip bir yanına Saat Kulesi, bir yanına Yivli Minare, bir yanına Kaleiçi, bir yanına Atatürk’ü alıyorsun… Çok seviyorum o anı… Antalya bir anda sıcak gelmeye başlıyor… Bakımsız da olsa meydan yine de güzel… İçimden “Hoş geldin Antalya” diyorum. Sonra denize bakmaya içime o meltemi çekmeye başlıyorum. Huzur buluyorum… Sonra gözüm ansızın takılıyor Kaleiçi’nde evlerin üzerindeki uydu antenlere, güneş panellerine ve antenlere… Bakımsızlık, betonlaşma… Şöyle derin bir “Offffffff” çekiyorum… Offffffff ki ne offffffff… Gözümün önüne Bursa’nın Kayhan Çarşısı, Eskişehir’in tarihi Odun Pazarı Mahallesi geliyor… Diyorum “Kalk git bu şehirden” ama dayanamıyorum. O Akdeniz sanki masmavi gözleri Antalya’nın ve o gözlerle gözlerime bakarak “Bırakamazsın beni” diyor sanki. Sakinleşiyorum… Devam ediyorum yürümeye. (Ah cânım Kaleiçi. Senin için terk edeceğim bu şehri)
Biraz diyorum Tophane’ye ineyim bir çay içeyim… Ne çay eski çay, ne Tophane eski tophane… Rahatsız edici bir müzik, rahatsız edici mekanlar… “Bu ne bilader” demek geliyor insanın içinden. Diyemiyorsun. Vazgeçip çay içmekten devam ediyorum yoluma…
Şöyle Yivli Minare’nin yanından ineyim Kaleiçi’ne diye ilerliyorum. Yivli Minare kirli geliyor gözüme. Bakmadan yürüyorum. Duvarlarda sahte markalar asılı. Özensiz tabelalar etrafı süslüyor. Mekanların programları duvarlarda afişlerle anlatılıyor… Ne güzeldi oysaki ben Atatürk Ortaokulu’nda okurken Kaleiçi… Nezihti. Duvarlarda şiir yoktu belki ama böyle pis görünmüyordu da. Bu kadar otopark değildi hem o zamanlar. Şimdi “Tarihten mi bahsediyorsun bilader” demeyin. Çok değil yalnızca 20 sene öncesi. Bu kadar metruk bina yoktu 20 sene önce. Varsa bile bakımsız değildi bu kadar… Oscar Sineması çalışıyordu o zamanlar ve bir Emek Sineması değilse de anlamı vardı Antalya için… Şimdi anlamsız bir şekilde afişler var üzerinde. Eskiden de olurdu afiş ama oynayan filmlerin afişiydi onlar… (Çok sıkıldım Antalya senden)
“Neyse boş ver” diyorum kendi kendime. “Deniz gözleri düşün” diyorum. Yürümeye Hıdırlık Kalesi tarafına doğru ilerliyorum. Sokağa atılmış masaların, dışarı taşmış tezgahların, birbirine karışan müzik seslerinin arasından… Hıdırlık Kalesi’ne gelince Castle’de bir bira içeyim şöyle Antalya’nın gözlerine bakarak diyorum. “İşte bu” en sonunda istediğim huzur… (Sevdim mavi gözlü Antalya)
Biraz soluklandıktan sonra Karaalioğlu Parkı içinden yürümeye devam ediyorum. Nazım Anıtı’nı geçiyorum. Keyifle… Sonra İşçi ve Oğlu Heykeli’ne bakıyorum sinirle. Ne istedin be adam İşçi ve Oğlu’ndan da boyadın çirkin bir sprey boyayla… Ne istedin İşçi ve Oğlu’ndan… Biraz daha ilerliyorum sonra eskiden Deniz Restaurant vardı, Atatürk Stadyumu vardı… Şimdi inşaat ve kaderine terkedilmiş bir şehir stadı var orta yerinde parkın. Bakımsız bir fotoğraf sergisi belediye binasının duvarlarında. Ah kaderi çirkin Antalya’m ne oldu sana böyle…
“Biraz daha yürü hadi” diyorum. Belki güzel bir şeyler bulup bu şehri yeniden seveceksin. Tam ilerliyorum dev bir otel geliyor gözümün önüne. “Hadi buyur buradan yak” diyorum. Tam da oradan bir kibritle yak diyorum. Olmuyor. Bakmadan o tarafa yürüyorum. Bir hayalet otel geliyor yanına. Sonra bir boş arsa. Betonlarla kaplı bir alan falezlerin üzerinde. “Ne yapıyorsunuz kardeşim güzelim şehre” diyesim geliyor. Kime ne diyeceğimi bilmiyorum.
Sıkıldım sevilecek yanın kalmamış Antalya… Artık eski Antalya fotoğraflarına bakarak “Ne güzelmişiz be zamanında” demek istemiyorum. Işıklar Caddesi’nden yürüyerek döneyim evime diyorum. Cadde kalabalık. Biraz moralim düzelir gibi oluyor. Ama kaldırıma tecavüz etmiş kahve firmalarının alanlarından yürümek kolay olmuyor. “Kaldırım lan burası!” diye bağırasım geliyor… Yine susuyorum. Sırf seni kırmamak için Antalya. Sen kırılma, sen üzülme diye ses çıkarmıyorum. Seni kim bu hale getirdi bilmiyorum. Beton olmuşsun, yeşilin kaybolmuş, bir çirkinleşmişsin. Ben seninle yaşlanırız diye düşünürken sen çabuk çöktün.
Yürümeye devam ettim. Dönerciler Çarşısı’na geldim. Durdum bir iki dakika. Baktım. Öyle boş boş, saçma saçma baktım. Diyecek bir şeyim kalmadı. Dönerciler Çarşısı mı yoksa telefoncular galerisi mi… Ne me nem bir şey bilemedim.
Vazgeçtim eve de yürümeyeceğim. Bindim tramvaya. İndim Konyaaltı Caddesi’nde. Hiç kafamı kaldırmadan yürüdüm eve kadar. Sana kim yaptı diye soramıyorum bunu. Gelin birkaç kişi bir araya gelip toparlayalım biraz. Turunç koksun sokaklara hakim, Kaleiçi layık olduğu gibi, her yer biraz Antalya’ya yakışır olsun…
Düşündüm uzun uzun… Seni sevecek sebebi… Buldum Antalya’m, ben galiba seni yeniden güzelleştirmeyi seviyorum…
Cumali Ozanlı / Antalya
Çok güzel bir yazı olmuş. Bende 1990’lı yıllarda Atatürk Ortaokulu’nda okuyan biri olarak o yıllardan bu yana Antalya’nın çikinleşmesine üzülerek şahit oluyorum. Okurken duygulandim. Gerçektendebirlikte yeniden güzelleştirmek lazım…